OSMANLIYI ANLAMAK
Osmanlı Devleti Türk milletinin tarihte kurmuş olduğu en büyük devlettir. Aynı zamanda İslâm dünyasında kurulmuş en büyük devlettir. Bu devlet dünya tarihinde 623 yıllık saltanatı ile en uzun süre devam eden hanedana sahip bir devlettir. İngiliz tarihçisi ve filozofu Arnold Toynbee’ye göre dünya tarihinde iki buçuk imparatorluk kurulmuştur. Bunlardan biri Roma İmparatorluğu, ikincisi Osmanlı İmparatorluğu ve buçuk imparatorluk da İngiliz(Britanya) İmparatorluğu’dur. Bu özellikleriyle Osmanlıyı sadece bir devlet olarak düşünmek yeterli olmayacaktır. Yönetim anlayışı, sanatı, edebiyatı vs özellikleriyle aslında o bir medeniyettir. Acaba millet olarak sahibi bulunduğumuz bu medeniyeti yeterince tanıyor muyuz? Buna evet demek oldukça güçtür.
Osmanlı medeniyetini tanımamızı güçleştiren etkenlerin başında yapılan çalışmaların yetersizliği gelmektedir. Bu medeniyetin çeşitli özelliklerini tanımak istediğinizde bulabileceğiniz eser sayısı oldukça sınırlıdır. Bu medeniyetten kalma sayısız eser ve çok büyük miktarlardaki arşiv belgesi hala incelenememiş bulunmaktadır. İncelenmemiş bu kadar arşiv belgesi varken Osmanlı medeniyetinin çeşitli özellikleriyle ilgili hükümler vermek elbette bizi yanıltabilecektir. Tabii bu belgelerin incelenmesini güçleştiren sebepler de vardır ve bunların başında geçirmiş olduğumuz harf ve dil inkılapları gelmektedir. Bugün Cumhuriyetimizin kurucusu M. Kemal Atatürk’ün 1927 yılında okuduğu Büyük Nutku’nu orijinalinden okuyup anlayabilmek için hem Osmanlı yazısını öğrenmeye ve hem de o dönemin dilini bilmeye ihtiyaç vardır. Bu da bu alanda uzmanlık eğitimi almış olmayı gerektirmektedir. (Harf inkılabı ile birlikte Cumhuriyet döneminde gösterilen büyük gayretler, elbette okuma yazma oranını artırmıştır. Dolayısıyla burada harf ve dil inkılaplarının niteliği tartışılmamakta fakat tarihi bir olguya dikkat çekilmektedir.) Bununla birlikte geleceğe güvenle bakabilmek için geçmişimizin derinliklerine inmek istiyorsak mutlaka bu dili öğrenmemiz gerekmektedir. Halil İnalcık, 1950’li yıllardan itibaren yazdığı makaleleri bir kitap halinde topladığı sırada, talebeleri anlama kolaylığı sağlaması bakımından makalelerin sadeleştirilmesini istediklerinde, onlara şu cevabı vermiştir: “Bu yazıları bugünkü Türkçeye bütün anlam incelikleri ile aktarmanın güçlüğü bir yana, ileride çevrilen Türkçeyi gelecek kuşağın anlayıp anlamayacağından da kuşkuluyum. Bir kelime ile, dil istikrarsızlığı bir kültür istikrarsızlığıdır ve bu kitaptaki yazılar, bunun tarihi bir kanıtı olarak, aynen yayınlanmıştır.”
Osmanlı Tarihi ile ilgili bahsi geçen yetersiz çalışmalar, çağdaş metotlarla yapılmış bilimsel araştırma ürünleri olma özelliğinden de uzaktır. Günümüzde yazılan tarih kitaplarının büyük bir bölümü gazetecilik anlayışıyla belli düşünceleri ispatlamak maksadıyla yapılmış çalışmalar olarak karşımıza çıkmaktadır. Halbuki belli bir tezi ispatlama düşüncesi tamamen sübjektif bir yaklaşımı göstermektedir. Herhangi bir iddia ile ortaya çıkan bir iddiacı, iddiasını ispatlamaya yarayacak belgeleri aramaya başlamakta; çok farklı endişelerle kaleme alınmış çeşitli eserleri tarayarak işine yarayacak bilgileri toplamakta ve iddiasını ispat sadedinde bu bilgileri kullanmaktadır. Ülkemizde okuma alışkanlığının çok yaygın olmaması bu eserlerin tenkit süzgecinden geçirilerek okunmasını mümkün kılmadığından, okuyucu verilen kaynakların değerlendirilme biçimine bakmamakta, sadece şekil olarak kaynaklarla ilgilenmekte ve okuduklarının kaynaklara dayalı doğru bilgiler olduğu düşüncesine sahip olmaktadır. Halbuki tarihçi ve okuyucu son derece iyi niyetli olmalı ve bilmediği tarihini sadece geçmiş tecrübeden istifade maksadıyla araştırmak durumunda olmalıdır. Bilimde şüphecilik esastır. Bu yüzden hem araştırıcı ve hem de okuyucu doğru bilgiye ulaşma konusunda şüpheci olmalı ve tenkitçi bir anlayış içerisinde bulunmalıdır. Bilhassa okuyucu, bu yazar doğruları yazar veya bu yazara güvenilmez gibi ön kabuller içerisinde olmamalı, her eserde doğru bilgiye ulaşabileceğini bilmelidir. Bu noktada doğru bilgiye ulaşmada kaynakların kullanımı son derece önemlidir. Bir tarihi kaynak değerlendirilirken önce edisyon kritik yapılır. Yani eldeki bilgi hakikaten yazara mı aittir? Eser olayın geçtiği zamanda mı kaleme alınmıştır? Eserin yazarı nasıl bir kişiliğe sahiptir? Yani güvenilir midir? Öncelikle bu değerlendirilmeler yapıldıktan sonra eldeki kaynağın güvenirliliği konusunda emin olunursa, bu bilgi bütün önyargılardan uzak bir şekilde değerlendirilir. Bu yapılırken de diğer kaynaklardaki bilgiler göz önünde bulundurulur. İşte bu anlayışla yapılmış araştırmalar insanları doğru bilgiye ulaştırabilecek okunmaya değer güvenilir eserlerdir ve bizim azlığından yakındığımız eserler de bu tür eserlerdir.
Tarih kitaplarını incelediğimizde padişah merkezli bir yapı görüyoruz. Zannediyoruz ki, Osmanlılar zamanında iyi ve kötü her şeyi padişahlar yapmıştır. Mesela İstanbul’u Fatih Sultan Mehmed fethetmiştir, muhteşem imparatorluğu Kanuni Sultan Süleyman kurmuştur ve neticede Osmanlı Devletini Vahdettin yıkmıştır. Bu doğru bir yaklaşım değildir ve bu durum insanlarda olağanüstü güçler vehmedilmesi sonucunu da ortaya çıkarmaktadır. Halbuki liderler içinde yaşadıkları toplumların özelliklerini yansıtan birer tiptirler. Bu noktada Fuad Köprülü’nün konu ile ilgili bir tahliline yer vermek faydalı olacaktır. “Bugünkü tarih, insan topluluklarının devamlı inkişaflarını, şimdiye kadar olduğu gibi yalnız büyük adamların -hükümdarların, vezirlerin, kumandanların, âlim ve mütefekkirlerin, mucitlerin- şahsiyetlerinde değil, müşterek izleri geçmişin kalıntıları üzerinde henüz hissedilen ve görülen halk kitlesinde de arıyor; bu suretle asırlardan beri işlediği bir hatayı anlamış oluyor. Büyük adamların, dahilerin tarih üzerindeki nüfuzunu tamamıyla inkar etmek ne kadar ileri bir iddia ise, bütün bir halkı yalnız birkaç ferdin hüküm ve arzusuna boyun eğmiş ve her türlü iradeden, her türlü düşünceden mahrum kör bir sürü addetmek de o kadar yanlıştır. Zahiren, ferdî nüfuzların tarihi yaptığına en parlak bir misal sayılabilen Osmanlı tarihi bile, iyi bir tarihçinin elinde bu iddianın yersizliğine bir delil olabilir; binaenaleyh, cemiyetlerin inkişaf tarihini yalnız ufak bir sınıfa mahsus düşünmeyerek, büyük şahsiyetleri içtimaî muhitleriyle beraber, yani halkı, münevver sınıfı temsil eden enmuzeç(type)lerle yan yana vukuat sahnesine çıkarmalıdır.” O halde olayların oluşumunda halkın etkisi de araştırılmalı ve vurgulanmalıdır.
Osmanlı tarihi araştırılırken yapılan yanlışlardan birisi de Osmanlı medeniyeti ile çağdaş Türk kültürünü karşı karşıya koymak ve birbirinin alternatifi olarak görmektir. Halbuki milletler, tarihleri boyunca çeşitli evreler geçirmişler ve değişik kültürlerin tesirlerinde kalmışlardır. Ancak millet olarak devamlılık arz ederler ve değişmeyen ve kendilerini başka toplumlardan ayıran özelliklerini korurlar ki, bu durum millet olarak var olabilmelerinin en önemli şartlarından birisidir. İyi bilinmelidir ki, “...mazi ile bir anda alakayı kesmek, milletlere ve fertlere gelen âni belâlar, neticesi kötürümlüğe giden darbeler gibi bir etki yapar. İnsanların ruhi sağlığı nasıl ahenkli şekilde birbirini takip eden hatıralara bağlıysa, cemiyetlerin de sıhhati, âdet ve an’anelerin dengeli bir şekilde devamına bağlıdır...” Türk milleti Osmanlı medeniyeti döneminde yaşadığı dünyanın en ileri yöntemlerine sahip olmuş ve zamanının en ileri medeniyetini kurmuştur. Ancak insanlar gibi devletler ve medeniyetler de ihtiyarlar ve ölür. İşte Osmanlı medeniyeti de gerek kendi dışında meydana gelen gelişmeler ve gerekse kendini yenileyememesi ve kendi kurumlarını yozlaşmaktan kurtaramaması gibi etkenler yüzünden eskimiş ve sona ermiştir. İşte bu şartlar karşısında millet olarak var olabilmenin çağdaş değerlere sahip olabilmekle mümkün olduğunun idrakinde olan milletimiz, çağdaş dünyanın değerlerine talip olarak onu almış ve kendini yenilemek suretiyle çağdaş medeniyetlerin önüne geçmeyi hedeflemiştir. Elbette değişimin ve dönüşümün çeşitli sancıları olacaktır. Değişimi birdenbire bütün bir milletin bir anda benimsemesini beklemek abestir. Bir kısım insanlar muhafazakarlık adına değişime karşı direnebilecektir(Yeniliklerin faydalı ve isabetli olabilmesi için muhafazakar muhalefetin varlığı şarttır. Aksi halde her yeniliğin sorgusuz sualsiz kabulü büyük bir dejenerasyon meydana getirebilecektir.) Böyle oldu diye (ki bizim inkılabımızda başka ülkelerdeki inkılaplardaki mücadelelerin çok azı yaşanmıştır) eski ve yeni sistemi birbirinin alternatifi olarak görmek ve göstermek doğru değildir. Kaldı ki, iki sistemin birbiriyle alternatif olabilmesi için aynı zaman diliminde bulunması gerekir. Şu halde Cumhuriyet Türkiyesi ve kültürü Osmanlı medeniyetinin alternatifi değil, onun devamı olarak Türk milletinin yirminci yüzyıl medeniyet alemine doğumudur.
Osmanlı Devletinin tenkit edilen özelliklerinden birisi de “devşirme sistemi”dir. Osmanlı Devleti, kurulduktan bir süre sonra savaşta elde edilen esirlerin(ganimet) devletin hissesine düşen beşte birini Türkleştirip İslamlaştırdıktan sonra askeri hizmetlerde kullanmıştır. Ancak sonraki yıllarda bu kaynak yeterli gelmeyince bir “devşirme kanunu” çıkararak bazı Hıristiyan milletlerin çocuklarını toplamıştır. Belli aralıklarla ihtiyaç duyuldukça toplanan bu çocuklar, çeşitli kurumlarda eğitildikten ve Türk ailelerinin yanında Türkleştirilip İslamlaştırıldıktan sonra devlet memuru olarak veya asker olarak devlet hizmetine alınmışlardır. Bu şekilde yetişen kimseler devlet hizmetinde en üst mevkilere kadar gelebilmişler, içlerinden bir çok Sadrazam çıkmıştır. Şimdi bu sistem çeşitli özellikleriyle tenkit edilmektedir. Elbette tenkit edilebilir. Ancak tenkitler yapılırken işin sadece bir boyutunu ele alıp diğer taraflarına bakmamak doğru olmaz. Tenkit edenlerin bir kısmı (ki çoğu yabancılardır) bu sistemin bir Türkleştirme-İslamlaştırma politikası olduğu doğrultusundadır. Bu tenkit haklı değildir. Çünkü Osmanlı Devleti, bu kanunu 600 yıllık ömründe düzenli olarak sadece 150 yıl uygulamıştır. Bu süre içerisinde de ihtiyaç oldukça ve birkaç yılda bir yapmıştır. Acemi oğlanlarının hiçbir devirde 10 000’i geçmediği göz önüne alınırsa bunun İslamlaştırma ile ilgisinin olmayacağı açıktır. Kaldı ki, Osmanlıların Türkleştirmek ve İslamlaştırmak ile ilgili iskan ve sürgün gibi değişik yöntemler uyguladığı bilinmektedir.
Bir kısım tenkitçiler bu sistemden yetişen devlet adamlarının devlete hakim olduğundan ve Osmanlıların Türkleri ihmal ettiğinden yakınmaktadırlar. 1844 Osmanlı nüfus sayımına göre 35 milyon olan Osmanlı nüfusunun ancak yaklaşık 12 milyonu Türk’tür. Bu oran yükselme döneminde de aynıdır. Şimdi üçte birlik bir nüfus oranına sahip olan bir millet devletin tüm etkinliklerine nasıl sahip olacaktır. Öncelikle bu, uygulamada son derece zordur. Üstelik böyle olduğu zaman bu devlet, hakimiyeti altındaki milletleri baskı altında bulundurmuş emperyalist bir devlet olmayacak mıdır? Halbuki Osmanlı Devleti adalet kavramını sisteminin özü olarak kabul etmiştir. Devşirmelerden çokça devlet adamının önemli mevkilere gelmiş olması devletin Türklere önem vermediğini göstermez. Çünkü devlet, bu adamları devlet hizmetine almadan önce “Türk’e vermek”te ve onların Türkleşmesini sağlamaktadır. Burada Türk’e karşı olmaktan çok, başka endişeler bu sistemi var etmiştir. Bunlardan önemli birisi Türklerin hakimiyet anlayışıdır ki, Osmanlılardan önceki Türk devletlerinin kısa sürede yıkılmalarının en önemli sebebini oluşturmaktadır ve Osmanlı Devleti de bu tehlikeyi bizzat yaşamıştır. Dikkat edilirse devşirmelerin devlet hizmetinde çoğaldıkları dönem Fatih ve II. Bayezid dönemleridir. Bunun nedenini araştırırken Fatih’ten hemen önce yaşanmış bulunan “fetret devri”nde ve II. Bayezid zamanında yaşanan “Şehzade Cem” olayında devletin bölünme tehlikesi geçirmiş olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Türk devlet geleneğinde ülke hükümdar ailesinin ortak malıdır ve saltanatta belli bir veraset usulü de yoktur. Dolayısıyla her şehzade hükümdar olabilmektedir. Bu durum çoğu zaman taht kavgalarına sebep olmuş ve güçlü Türk ailelerine mensup devlet adamları da bu iktidar kavgalarında taraf olmuşlar ve bu da devletin parçalanması sonucunu ortaya çıkarmıştır. İşte Osmanlılar, gerek hakimiyette merkeziyetçiliği tesis etmek ve gerekse devşirme kökenli devlet adamlarına görev vermek suretiyle bu tehlikeyi bertaraf etmişlerdir. Osmanlı padişahlarının uzun asırlar esnasında İmparatorluğun her tarafında salahiyetlerini mutlak şekilde hakim kılabilmelerinin sebebi şüphesiz devşirme kökenli valilerdir. Çünkü bunlar ne asalete ve ne de köklü bir aileye sahip olamadıkları, aynı zamanda sık sık değiştirilerek, terfi ettirilerek veya nakledilmek suretiyle vazifelerinde de süratli bir seyyaliyet yaratıldığı için, hiçbir vakit merkeze karşı gelebilecek nüfuzlu bir zümre teşkil edememiş ve bu hal merkeziyetçi Osmanlı rejiminin ömrünü çok uzatmıştır.
Osmanlı Devleti ile ilgili yapılan yanlışlardan birisi de O’nu Orta ve Yeni çağlar Avrupasına benzetmektir. Osmanlı sistemi şekil olarak Avrupa’ya benzemektedir. Osmanlı da Avrupa’da olduğu gibi dinin etkisinde olan bir monarşi ile yönetilmektedir, tarım alanlarını feodal bir anlayışla işletmektedir, skolastik bir düşünce ve eğitim anlayışı vardır, vs. Fakat bu şekil benzerliği bizi yanıltmamalıdır. Muhtevaya baktığımızda önemli farklılıkların olduğunu görebiliriz.
Mesela Avrupa’daki kralların her dediği kanundur ve onları kontrol edecek hiçbir kurum mevcut değildir. Halbuki Osmanlı padişahları öyle değildir. Bu noktada farklı medeniyetlere mensup iki gözlemcinin ifadesine yer vermek konuya açıklık getirecektir. Bunlardan birisi 1786’da Türkiye’de bulunan Fransız elçisi Choiseul- Gouffier’dir. O Türk hükümeti ile ilgili olarak: “Burası Fransa gibi değildir. Fransa’da kral yegane karar sahibidir. Türkiye’de ise bir iş için ulemayı, hukukşinasları, mevki-i iktidarda olan ve evvelce mevki-i iktidarda bulunmuş olan kimseleri ikna etmek lazımdır.” ifadesini kullanmaktadır. Diğeri de 1803’te Türkiye’ye gelen Hintli Müslüman gezgin Mirza Abu Talib Han’dır. O da Türkler hakkında: “İmparatorlarının haksız olarak kan dökme yetkisine sahip olmadığını, cezasını çekmeksizin, eğilimlerinin ve tutkularının doğrultusunda gidemeyeceklerini öğrendim. Bütün önemli işlerde, yükselme umudu veya cezalanma korkusuyla uygun bir bağlılık içinde tutulan zadeganlarına danışmak zorundadırlar.” diyor. Bu ifadelerden hareketle Osmanlı devletinin yönetiminin çağdaş anlamda bir demokratik anlayışa sahip olduğunu söyleyemeyiz. Bu sistem günümüzdeki demokrasilerde olduğu gibi kurumsallaşmış kontrol mekanizmalarıyla denetlenen bir sistem değildir. Bu durum tamamen iyi niyetli Osmanlı yöneticilerinin bağlı bulundukları medeniyetin gereği olarak kendilerini “adil” olmak zorunda hissetmelerinden kaynaklanmıştır.
Osmanlı Devletinde de Avrupa’daki gibi feodalite vardır. Ancak burada da önemli farklılıklar mevcuttur. Avrupa’da derebeyi soylu bir aileye mensuptur ve toprak ile birlikte toprak üzerinde yaşayan insanların da sahibidir. Bir defa Osmanlı toplumunda sosyal sınıflar mevcut değildir. Dolayısıyla soyluluk söz konusu değildir. Bundan başka Osmanlı sisteminde toprağı elinde bulunduranlar bu toprağın sahibi değillerdir; çünkü toprağın mülkiyeti devlete aittir ve dirlik sahipleri sadece devletin kanunlarla tespit ettiği vergileri toplama hakkına sahiptir. Dolayısıyla devletin arazisi köylü tarafından işletilmekte ve kanunlarla belirlenmiş vergi gelirleri devlete hizmet üreten memurlara veya askerlere verilmektedir.
Osmanlı Devleti de Avrupa’daki devletler gibi bir din devletidir. Ancak burada da farlılıklar vardır ki, bunlardan en önemlisi ruhban sınıfı ile ilgilidir. Avrupa’da ruhban sınıfının hakimiyeti söz konusudur. Halbuki Türkiye’de böyle bir sınıftan bahsetmek mümkün değildir. Osmanlı Devletinde dini hukukun uygulanması esastır. Zaman zaman çeşitli suiistimaller olmuşsa da hiçbir zaman Avrupa’daki ruhban sınıfının menfaatine bağlı katı skolastik baskılar olmamıştır.
Osmanlı Devleti ile Avrupa’nın bu farklılığı ihtilal ve inkılapların oluş biçimine de yansımıştır. Avrupa’da siyasi, sosyal ve ekonomik eşitsizlik üzerine kurulu sistem, toplum katmanları arasında büyük farklılıklar meydana getirmiş ve bu duruma dayanamayan halk, eşitsizliğe dayanan sistemi yıkmak ve eşit ve adil bir düzen kurmak üzere ayaklanmış ve sonuçta ihtilalleri ve inkılapları gerçekleştirmiştir. Türkiye’de ise böyle bir halk talebini görmüyoruz. Elbette bunun aydınlanma ile ilgisi vardır. Ancak bahsettiğimiz gibi sistemin sosyal sınıfları üretmemiş olması da bunda önemli bir etkendir. Bu durumda Türkiye’deki değişim daha çok yönetici zümrenin girişimleri ile başlamış ve bu girişimlerden sonra yetişen genç aydınlar tarafından değişim inkılaba dönüştürülmüştür.
SONUÇ
Bu kısa çalışmada Osmanlı medeniyetinin özellikle tartışılan bir takım özelliklerini vurgulamaya çalıştık. Burada maksat bir konunun ayrıntılarıyla anlaşılmasını sağlamak değil, Osmanlı medeniyetini anlamada yaşadığımız problemleri vurgulamak ve mümkün mertebe bu problemlerden kurtulma yollarını göstermektir. Hakikaten günümüzü anlamak ve önümüzü aydınlatabilmek için tarihimizi mutlaka anlamak, ama doğru anlamak durumundayız. Tarihi anlamak aslında kendimizi bilmektir. Bu noktada T. S. Eliot, “...Tarihi idrâk geçmişi, sadece geçmiş olarak değil, onun hal-i hazırdaki mevcudiyeti (tesirleri ve devamlılığı) olarak idrak etmektir” demektedir. O halde “tarihi idrakin esası, retrospective(geriye bakış) bir tarzda bugüne kadar cereyan eden hadiseleri kavramak suretiyle, dünyanın bu günkü statükosuna hangi hadiselerin yol açtığını anlamaktır.” Voltaire ise, “Tarih merak tatmini ya da hadiselerin katalogunu yapmak için öğrenilmez; o bir ideal arayışıdır” demek suretiyle tarihi bilmenin geleceğe etkisini vurgulamaktadır. Şu halde kendimizi tanımak ve geleceğe güvenle bakabilmek için bize en yakın geçmişimizi iyi niyetle, önyargılardan uzak ve çağdaş yöntemleri kullanarak araştırmak ve incelemek zorundayız.